One Flew Over the Cuckoo's Nest (1975)

Gönderen: sinesefil | Salı, Mart 16, 2010

"Deliliğin sınırlarında dolaşan bir adamın hikayesi..."


Bazı filmleri izlerken değil de, izledikten uzun bir süre sonra daha iyi anlarsınız. Her şeyi yerli yerine oturtabilmeniz için, biraz zaman geçmesi gereklidir. Film boyunca tanık olduklarınız sizi öyle etkiler ki, bir anda ne hissedeceğinize karar veremezsiniz. One Flew Over The Cuckoo's Nest / Guguk Kuşu, tam da öyle bir film işte. Jack Nicholson ile birlikte adım attığınız o tımarhaneden, aslında Dünyanın kendisinin kocaman bir tımarhane olduğunun farkına vararak ayrılabiliyorsanız, filmde anlatılanları da anlamışsınız demektir...

Milos Forman, kaldığı otel odasına, Michael Douglas tarafından gönderilen bir kitap ve teklif mektubu ulaştığında, işssizlik ve başarısızlık hissi ile düştüğü bunalım içinde kıvranıyordu. Michael Douglas, Beat edebiyatının sıradışı yazarlarından Ken Kesey'in "Guguk Kuşu" adlı romanını film yapmak istiyordu ve bu projede Forman ile birlikte çalışmak istiyordu. Yönetmen kitabı hemen hatırladı. On yıl kadar önce Kirk Douglas, bir iyi niyet gezisi için Prag'a geldiğinde, Forman'a elinde çok iyi bir roman olduğundan, okuması için ona göndereceğinden, bir gün bu filmi birlikte yapabileceklerinden bahsetmişti. Ancak daha sonra, Forman'ın eline ne bir kitap, ne de bir haber ulaşmıştı...

Milos Forman, kısa sürede kitabı okudu ve kendisini bu projeye son derece yakın hissetti. Guguk Kuşu, hapishanedeki zor koşullardan kaçmak için akıl hastası rolü yapan deli dolu bir adamın, kapatıldığı hastanede insan oluşunun tüm haklarını kaybedişini, başka türlü bir deliliğe ve ölüme sürüklenişini anlatıyordu. Michael Douglas ile yaptıkları ilk görüşmede, yıllar önce babasının da kendisine "Guguk Kuşu"ndan bahsettiğini, ama kitabı hiç göndermediğini anlattı. Gariptir ki, Michael Douglas'ın bu girişimden haberi yoktu. O, Forman'ı tamamen kendi isteği ile seçmişti. Daha sonra Kirk Douglas'ın kitabı, söz verdiği gibi Prag'a yolladığı, ama Amerika'dan gelen bu pakete, hükümet tarafından el konulduğu anlaşıldı. "Guguk Kuşu"nu çekmek sanki Forman'ın kaderiydi...

Kirk Douglas, yıllar evvel romanın haklarını satın aldığında, başrolü kendisi için düşünmüştü, ama artık aklına eseni fütursuzca yapan McMurphy için fazla yaşlıydı. Milos Forman, başrolü mutlaka yıldız bir oyuncunun oynamasını istiyordu. McMurphy hemen herkesin tanıdığı ve kendisini özdeşleştirebileceği biri olmalıydı. Jack Nicholson, Robert Redford'un ardından aranan ikinci isimdi ve mükemmel bir seçim olduğu tartışılmazdı. Forman, akıl hastanesindeki diğer hastalar ve görevliler içinse tamamen yeni yüzler istedi. Perdeye yansıtılan bu dünyanın seyircilere aşina gelmesine izin verilmemeliydi. McMurphy ile kişisel bir otorite savaşı içine giren başhemşire Ratched rolü için Louise Fletcher, para ve kadın düşkünü gece bekçisi için Scarman Crothers, her biri büyük bir başarı ile resmedilen akıl hastaları için Danny DeVito, Christopher Lloyd, Brad Dourif, Sydney Lassick ve Will Sampson gibi isimler uygun görüldü. çekimler, gerçek bir akıl hastanesinde yapılıyordu ve Forman her oyuncusundan, hastalardan birini seçmesini, onun davranışlarını gözlemleyip, kendi rolü içine katmasını istemişti...





Delilik, kimilerine göre bir hastalık, kimilerine göre ise farklılıktır. Bazıları ise deliliği, dehânın "kaygı"dan her anlamda arınmayı başarabilmiş hâli olarak tanımlar. Deli, toplumun genel düşünce ve etik yapısına uymayan kişidir. Bizler, bu kişilerin yaptığı şeylerin doğru ya da yanlış olduğuna değil de, genel normlara uyup uymamasına odaklanırız aslında. Geçmişlerinde biriktirdikleri deneyimler sonucunda, olaylara karşı verdikleri farklı tepkiler ve çıkarımlar, onların bizden "farklı" düşündüklerinin bir göstergesidir. Delilik aslında, "Özgür bir beynin cesur çıkışlarıdır, erdem ve yürekliliğin de kapı komşusudur." (Montaigne) Kahramanımız McMurphy de, deliliğin" hakkını vererek, film boyunca, her fırsat bulduğunda cesur çıkışlar yapacak, "farklı"lığını doyasıya yaşayacaktır...


R.P McMurphy, uzun zamandır hapishanede yatmakta olan bir suçludur. Yıllardır firar etmeyi düşünse de, bu hayalini bir türlü hayata geçirememiştir. Ama bu onu engellemeyecek, aksine aklına daha da güzel bir fikir getirecektir. Yaptığı plana göre, eğer deli humarası yaparsa, oradan bir akıl hastanesine nakil olabilecektir. Güvenliğin daha az olduğu bu yerden kaçmak, çok daha kolay olacaktır. McMurphy'nin planının ilk aşaması başarılı olur ve kısa bir süre sonra akıl hastanesine nakledilir. Ancak işler, beklediğinden biraz daha zor olacaktır. Çünkü, deli numarası yapmaya devam ederken, aynı zamanda, bir hastane dolusu birbirinden enteresan adamla da başetmek zorundadır. Buraya geldiğinde öyle insanlar görür ki, kimisi tam anlamıyla dış dünyayla bağlarını koparmıştır, kimisi ise akıllı olduğu halde bunun farkında bile değildir. Bazıları da, dış dünyadan korktuğu, kendisini dış dünya için yeterli göremediği için buradadır. Ancak McMurphy, tam anlamıyla bir asidir ve buradaki insanları Hemşire Ratched'ın otoritesinden kurtarmaya çalışır. Hemşire aslında "sistem"in ta kendisidir. McMurphy'nin ona karşı çıkması, otoritesini sarsmaya çalışması hiç şüphesiz ki "sistem"in işine gelmeyecektir. Belirli bir rutine alıştırılmış hastaların bir nevi "gözlerinin" açılması, orada ne aradıklarına dair kendilerini sorgulamaya başlamaları, beraberinde isyanı da getirecektir. Ama "sistemin" buna göz yummaya hiç niyeti yoktur. Bu nedenle de, tüm olanların acısını, harekete geçip, bu "rutin"i bozmaya çalışan McMurphy'den çıkaracaktır...





Gerek eleştirmenlerin, gerekse seyircilerin, "Guguk Kuşu"nu bu kadar çok sevmelerinin nedeni, filmin bir akıl hastanesi dekorunda, her birimizin yaşadığı sıradan hayatı betimlemesi, bu hayatın ilk anda göze görünmeyen dayatmalarını, zorunluluklarını, bireysel özgürlüklerimizi hiçe sayan kanunlarını, kısacası hepimizin yaşamaya mahkûm olduğu bu koca "hapishaneyi" resmetmesiydi. İnsanoğlu ilk kez Rönesans ile birlikte kendisini çevreleyen dinsel ve geleneksel baskılardan bir nebze olsun uzaklaşmaya başladığında, özgürlük adına ufak da olsa bir umut ışığı belirmiş, ancak zaman geçtikçe, önceleri kiliselerin düzenlediği insan yaşamı, sonraları ise, en fazla parayı ellerinde tutanlar ve büyük şirket sahipleri tarafından yönetilir olmuştu. Her zaman, ne giyip, ne yiyeceğimizi, neye benzeyip, nasıl davranacağımızı hep başkaları söylüyordu. Biz kendi hayatımızı "özgür" olarak yaşadığımızı zannetsek de, aslında "sistem"in ve "düzen"in sarmaladığı tutsaklardan başka bir şey değildik...

İşte McMurphy, bu tutsaklığın bilincindeydi ve bunu değiştirmeye çalışan bir asiydi. Onun bu asi ruhu, hastane için büyük bir tehlike demekti. Bu kural tanımaz adamın niyeti, ne kadar masum olursa olsun, kabul edilemezdi. Adına "özgürlük" denilen bu mikrop, diğer hastalara da bulaşabilir, kurumun yani "sistem"in yaptırım gücünü azaltabilirdi. McMurphy'nin elektroşokla susturulması, güvensizlik sorunları ile boğuşan Bobby'nin intiharına sebep olan hemşire Ratched'e saldırdıktan sonra ise tamamen hissiz ve tepkisiz hale getirilmesi, aslında tarihte bir gezinti yaptığımızda, ortaçağdaki insanların, kendilerinden farklı buldukları kişileri "cadı" ilan ederek yakmalarından farksız değildi. Bu duruma göz yummayacak tek kişi de, herkesin sağır ve dilsiz zannettiği, ama sadece beyaz adamın zulmünü protesto etmek için konuşmamayı seçen Kızılderili şef Bromden'di. Tef ve zillerin yarattığı mistik bir müzik eşliğinde arkadaşını öldürerek özgür bırakan Bromden, akıl hastanesinden kaçmayı başarıyor, insanın kendi özüne, yani doğaya dönüşünü, dokunaklı bir şekilde resmediyordu...



Tüm dünyada büyük bir beğeni ile karşılanan film, o yılın en iyi film, yönetmen, uyarlama senaryo, kadın ve erkek oyuncu dallarında Oscar ödülüne layık görülerek Frank Capra Klasiği "It Happened One Night / Bir Gecede Oldu"nun bu konudaki rekoruna da ortak olmuştu.



Beat Generation - Beat Kuşağı Üzerine:

“Beat Kuşağı” (Beat Generation) kavramı, 1950lerde ABD’nin San Francisco kentinde oluşup daha sonra başta New York olmak üzere öteki kentlere yayılan bir bohem çevreyi ve edebiyat hareketini anlatır. Hareketin savunucuları için “beat” sözcüğü, hem bitkinlik ve tükenmişliği, hem de bundan kaynaklandığını düşündükleri bir ruhsal güzelliği ve arınmışlığı simgeler. Beat yazarları arasında hareketin simini koyan Jack Kerouac, City Lights adlı yayın ve kitabeviyle hareketin yayılmasında etkili olan şair Lawrence Ferlinghetti ve Allen Ginsberg, Gregory Corso (1930), Gary Synder (1930) gibi şairler vardır. Yazar William Burrougbs (1914) Beat çevresine yakınlığı ile tanınır.

Beat hareketi, II. Dünya Savaşı sonrası Amerikan toplumunun, insanları robotlaştıran, duygusuz ve duyarsız kılan yapısına, çıkar, maddiyat ve savaş üzerine yükselen değerlerine karşı bir başkaldırıdır. Her türlü “saygın” konum ve değerden uzaklaşmayı amaçlayan Beat çevresi, işsiz güçsüz olma, uyuşturucu kullanma ve eşcinsellik gibi Amerikan toplumunca kabul edilmeyen anlayış ve ilişkilere sahip çıkmıştır. Kurallara uygun yaşamanın tekdüzeliğine karşı düş dünyasını, yaratıcı bir yaşamın temeli olarak görüp savunmuş, Zen Budizm ve Doğu felsefesinde görüşlerini temellendirecek bir felsefi temel bulmuştur. Doğaçlamaya dayanması açısından caz müziği Beat Kuşağı için önemli bir etki kaynağı olmuştur.

Beat yazarları akademik olan her türlü değeri karşılarına alarak, edebiyatı “sokağın malı” haline getirmeye çalışmışlardır. Edebiyatı, yazarın duygu ve deneyimlerinin kendiliğinden bir dışavurumu olarak görmüştür. Tutarsız ve dağınık olsa da, düzeltmeden yazılan kuralsız bir edebiyat yaratmayı hedeflemiştir. Jack Kerouac “On The Road” (Yolda) adlı romanı üç hafta gibi kısa bir zamanda, Allen Ginsberg ise “Ankor Wat” adlı uzun şiirini yanlızca bir gecede yazmıştır. Kişinin izlenimlerini ve düş dünyası edebiyatın tek hareket noktası olurken, günlük konuşma dili benimsenmiş, argo ve açık saçık kelimelerden kaçınılmamıştır.

Toplumsal konuları kayıtsız bir tutumla eleştirmelerine, çoğu kez de bölük pörçük ve tekrarlarla dolu bir edebiyat yaratmalarına karşın, Beat yazarları, Amerikan edebiyatında açık sözlü bir eleştirelliği başlatmışlar ve biçimi olmayan bir anlatımı benimsemişlerdir. 1960′larda etkisini yitiren Beat Kuşağı’nın en yetkin ürünleri Kerouac’ın “On The Road” romanıyla Ginsberg’in “Howl” (Çığlık) adlı uzun şiiridir.



Kaynaklar:

Beat Generation: http://ayamerdivenkurduk.biz/?p=4521&cpage=1

Yazan: misery

0 Response to "One Flew Over the Cuckoo's Nest (1975)"

Yorum Gönder

sinesefil@twitter

sinesefil | copyright 2010
Sefiller diyarından duyurulur: Sitede yer alan tüm yazılı ve görsel zamazingolar el emeği, göz nuru, alın teridir.
İzinsiz kullanmaya kalkmayacağınızı biliyoruz, ola ki öyle bir densizlik ettiniz, sakın korkmayın;
peşinizden Reservoir Köpekleri'ni salacak ne hâlimiz var, ne de tâkatimiz.
Adı üstünde hepimiz bir avuç sefiliz. Şimdi uslu uslu oynayın bakalım. Öptük sizi kuzucuklar.