Vicky Cristina Barcelona (2008)

Gönderen: sinesefil | Salı, Mart 16, 2010

“Ben, sevgiyle Barselona’yı eşit sayarım…” - Giulia Tellarini


Woody Allen nasıl ki Manhattan’ın dışına çıksam iki saatte ölürüm diyorsa bunu doğrularcasına İngiltere’de çektiği üçlemesinde kendisini olmasa da sapık bir izleyicisini bu korkusuyla yüzleşmek uğruna feda etmişti. Avrupa’da çektiği filmlere tamamen kötü demek doğru olmaz elbet ama Allen’ın kendisi ya da ismi filmde görünmese tıpkı onun Bergman’a olan hayranlığı gibi ona hayran olan ve Hollywood’a yaranmaya çalışan yeni yetme bir yönetmenin ilk çalışmaları gibi duruyordu. Belki bu misafirlik duygusu bana fazla geçti ama kendisi de ülkemizdeki afişlerinde isminin ‘Match Point’in yönetmeninden…’ şeklinde geçmesine engel olamadı.

Neyse ki sıcak bir yaz günü ateşini başına çıkardı da İngiltere’nin o soğuk ikliminden kaçıp Barselona gibi insanın içini kaynatan bir şehirde fantezilerine yeniden kaynak buldu. Woody’nin Vicky ve Christina’sı da böylece New York’tan Barselona’ya yaz tatili için yola koyuldular… Yaz tatili her şeyin uçlarda yaşandığı, en içine kapanık insanı bile yoldan çıkaracak bir potansiyele sahip olduğu için bu iki genç kızın sınırlarını zorlayacağı başından belli. Fakat söz konusu Woody Allen olunca izleyicinin de sınırını zorlayacağı, koltukta rahat bir şekilde oturup filmde olanlara kayıtsız kalamayacağımız aşikâr.

Bir hikâye izleyeceğimizi belirten bir dış ses ile öncelikle bu aşk hikâyesinin taraflarını tanımaya başlıyoruz. İkisi de tanrısal güzellikte olan genç kızlardan Vicky ne istediğini bilen, gerçekçi, tatile bile üzerinde çalıştığı tez konusu için gidecek kadar sorumluluk sahibi, iyi ve fedakâr bir nişanlıya sahip fakat bir o kadar kontrollü ve sıkıcı biri iken Christina ise iş ve aşk hayatında beklediğini bulamamış, mutsuzluğu kabullenmiş, ne istemediğini bilerek arayışta olan biraz avanak, cesaretli ve özgür ruhlu bir kız. Bu iki kadın da Allen’ın filmlerinde sıkça karşılaştığımız karakterler.

Kızlar Barselona’nın tadını çıkardıkları bir yaz akşamında karizmatik, sanatçı ruhlu, bohem bir hayata sahip, eli bıçaklı karısı ile ünlü, dolaysız ve açık bir teklif ile karşılarına çıkan Juan Antonio ile karşılaştıklarında görünmez bir adam kameranın sağ tarafından başını uzatıp hınzırca gülümsüyor. Bilenler bilir Woody Allen eğer bir filminde yer almıyorsa karakterlerinden birini kendi adına mutlaka konuşturur. Bu kişi de ‘hiç bir şeyin önemi yok, hayat kısa ve anlamsız önemli olan hayattan zevk almak’ gibi söylemleri ile karikatürize ettiği umursamaz görüntüsü altında varoluşsal gerginlikleri olan, yeteneğini ortaya çıkaramamaktan korkan, boşandığı karısıyla arasında hala tuhaf bir bağlantı kuran ve üç kişilik ilişkilerden yana Antonio’dan başkası değil.



Antonio’nun birlikte olma teklifine karşı kızların verdiği tepki ile Allen da seyirciyle her zamanki gibi interaktif bir ilişki kurmaya başlıyor. Hem kendi içimize döndürüp kişisel korkularımızla yüzleştiriyor hem de nasıl ve ne şekilde mutlu olunur sorusunu sorgulatmaya başlıyor. Hatta burada bir muziplik yapıp geleneksel bir kadın tipi olan, ciddiyet ve kontrol düşkünü Vicky’i, Christina’nın ülserini bahane ederek onu Oviedo’da Antonio’nun kucağına atlayan ilk kişi yapıyor.

Filmde kendisini Mia Farrow’un gençliğine benzettiğim Rebecca Hall (Vicky) İngiliz bir oyuncuymuş meğerse. Amerikan aksanını öyle ustalıkla kullanıyor ki ne kendisinin bir İngiliz olduğunu anlayabildim ne de daha önce ve sonra yer aldığı Prestige ve Frost/ Nixon filmlerinden hatırlayabildim. Vicky’i canlandıran Rebecca Hall ve kocası Doug (Chris Messina/ Ira and Abby’nin Ira’sı) Woody’nin tutucu ve materyalist olarak dile getirdiği Amerika’yı temsil ederken, Christina’yı canlandıran Scarlet Johansson ise Avrupa’nın elitist tabakasını temsil ediyor.



Kadınlara karşı bakış açısı, bazı tavırları ve hayat görüşü ile seyirciyi bir oyunun içine sokarak sorgulatmaya ve sorulara boğmaya amaç edinmiş biri Woody Allen. İnsanların gelişi güzel evlilik dışı marjinal ilişkiler yaşamasını bir komedi unsuru olarak kullanarak bu konuda ki en büyük kozunu, filmin başından beri gerilimi tırmandıran, ismini duyduğumuz ancak filmin ortasında kendisini gördüğümüz, ruhsal açıdan uçlarda olan, cinsel açıdan oldukça güçlü ve canlı kadınsal özellikleri ve şiddet içeren erkeksi tavırlarıyla Penelope Cruz’a giydirdiği baş döndürücü Maria Elena karakteri ile oynuyor. Ve silahını bu sefer de Christina’ya doğrultarak sözde özgürlükçü ve hoşgörülü tavrını teste tabi tutuyor.

Sonuçta aşk ve evlilik gibi değerleri değersizleştirerek, iki kadının kişiliklerini ve samimiyetlerini Barselona’da sınıfta bırakan Allen, tek seçeneklerinin kronik hoşnutsuzluk ve şehirli angaryası olduğu bir reçete yazıyor. Bu görüşlerini kasten çarpıtarak, aslında evliliğin ve ilişkilerin karmaşıklığından, yürütülmesinin muazzam zorlukta şeyler olduğunu, Bergman vari karakter analizleri ve kendine has mizahi anlayışıyla seyirciye anlatmaya çalışırken bizleri bulunduğumuz konum ile istek ve duygularımızın ne kadar uyumlu olduğunu düşünmeye davet ediyor.

Allen’ın memlekete dönüş sinyalleri verdiği Vicky Christina Barcelona, Flâmenko müzikleriyle bezeli, Gauidi sergisi tadında arka fonlarıyla Manhattan’dan sonra mimarisini belki de en fazla beğendiği ve öne çıkardığı Barselona şehrinin kültürel zenginliğinden ve bohem hayatından fazlasıyla beslenen fakat bütün bu gösterişli unsurlar kaldırıldığında dahi alt metni kuvvetli dramatik bir film.



Yazan: Dery

0 Response to "Vicky Cristina Barcelona (2008)"

Yorum Gönder

sinesefil@twitter

sinesefil | copyright 2010
Sefiller diyarından duyurulur: Sitede yer alan tüm yazılı ve görsel zamazingolar el emeği, göz nuru, alın teridir.
İzinsiz kullanmaya kalkmayacağınızı biliyoruz, ola ki öyle bir densizlik ettiniz, sakın korkmayın;
peşinizden Reservoir Köpekleri'ni salacak ne hâlimiz var, ne de tâkatimiz.
Adı üstünde hepimiz bir avuç sefiliz. Şimdi uslu uslu oynayın bakalım. Öptük sizi kuzucuklar.